Amerikalı bir Nörobilimci olan David Eagleman, 2015 yılında yayınladığı “Beyin – Senin Hikayen” kitabında beyne –iç kozmosa- doğru akıcı bir dille yolculuk yapıyor. Yolculuk esnasında ise 6 farklı soru-durağına uğruyor: “Ben kimim?”, “Gerçeklik nedir?”, “Kontrol kimde?”, “Nasıl karar veririm?”, “Size ihtiyacım var mı?” ve “Kime Dönüşeceğiz?”.
Eagleman’ın bu kitabından aldığım aşağıdaki 10 not ile milyarlarca beyin hücresi ve birbirleriyle kurdukları trilyonlarca bağlantıdan oluşan sonsuz yoğunluktaki nöral ağın içinde kendinizi nasıl tanıyacağınıza dair bir takım ipuçlarına sahip olabilirsiniz:
(“Ben Kimim?” üzerine) İnsanlarla yaptığınız günlük konuşmalardan kültür birikimize kadar, yaşamınız boyunca kazandığınız bütün deneyimler, beyninizdeki mikroskobik ayrıntıları biçimlendirir. Nöral açıdan bakıldığında kim olduğunuz, nerede bulunmuş ve neler yapmış olduğunuza bağlıdır. Beyniniz yorulmak bilmeden biçim değiştirir ve sahip olduğu devreler sistemini sürekli olarak yeniden kurar. Deneyimleriniz benzersiz olduğundan, beyninizdeki nöral ağların içerdiği geniş ve ayrıntılı örüntüler de benzersizdir. Beyniniz yaşamınız boyunca değişmeye devam edeceğinden, kimliğiniz de aslında yer değiştiren bir hedeften farksızdır; nihai varış noktası yoktur.
İnsan beyni, her şey devrelerine “kazınmış” halde ortaya çıkmaz; onun yerine, yaşamsal deneyimlerin ayrıntılarıyla sürekli olarak yeniden biçimlenme olanağı tanır kendisine. Yardıma muhtaç halde geçirilen uzun dönemler, işte bu sürecin sonucudur. Genç beyin, bu zaman aralıklarında çevresine uyum gösterecek biçimde yavaş yavaş yoğrulmaktadır. Çünkü yaşam karşısında değişmez değil, esnektir.
Nöronlar, ağlar ve beyin bölgelerinin mekaniği hakkında çok şey biliyoruz; ama içeride dolaşıp duran onca sinyalin bizim için herhangi bir anlam taşımasının nedenini bilmiyoruz. Nasıl oluyor da beyin maddesi, bir şeylere anlam yüklememizi sağlayabiliyor? Anlam problemi henüz çözülmüş değil; ancak şu kadarını söylemekte bir sakınca olmasa gerek: Bir şeyin sizin için anlamı bütünüyle, yaşam deneyimlerinizin tarihi üzerine kurulmuş olan beyinsel ilişkiler ağıyla ilgilidir.
Duyusal bilgiler, duyunun türüne göre farklı sürelerde işlenir. Ama bu farkları algılayamazsınız. Önce sinyalleri bir araya topladığınızdan, her şey size eşzamanlı görünür. Bütün bunlardan çıkan tuhaf sonuç, aslında geçmişte yaşadığınızdır. Siz an’ı yaşadığınızı hissedene kadar, o an çoktan uçup gitmiştir. Duyulardan gelen bilginin eşzamanlı hale getirilmesi için ödediğiniz bedel, bilinçli farkındalığın fiziksel dünyanın gerisinden gelmesidir. Bu, bir olayın gerçekleşmesi ile onu deneyimlemeniz arasındaki aşılmaz boşluğu temsil eder.
Hiçbir canlı, nesnel gerçekliğin kendisini deneyimleyemez; deneyimleyebildiği tek şey, geçirdiği evrim sürecinin izin verdikleriyle sınırlıdır. Buna rağmen, büyük olasılıkla kendi gerçeklik diliminin nesnel dünyanın tümünü kapsadığı varsayımıyla yaşamaktadır. Öyleyse kafanızın dışındaki dünya gerçekte nasıl bir yerdir? Burada renk olmadığı gibi, ses de yoktur: Havanın sıkışması ve genleşmesi, kulaklar tarafından algılanıp elektrik sinyallerine dönüştürülür. Beyin, daha sonra bu sinyalleri bize tatlı sesler, hışırtılar, gümbürtüler, tıkırtılar, şıngırtılar vb. halinde sunar. Gerçeklik kokusuzdur da aynı zamanda: Beyinlerimizin ötesinde koku diye bir şey yoktur bile. Havada süzülen moleküller burunlarımızdaki reseptörlere bağlanır ve beyin tarafından farklı kokular olarak yorumlanır. Gerçek dünya duyusal zenginliklerle dolu bir yer değildir; her şey, beynimizin kendi duyarlığıyla dünyayı bizim için aydınlatmasından ibarettir.
Aslına bakılırsa, aşkın izlediği yol da çoğunlukla budur. Kendinizi bazı insanlardan daha fazla hoşlanır bulursunuz, ama bunun kesin nedeni üzerine parmağınızı basamazsınız genellikle. Bir neden vardır ama tahminen; ona erişiminiz yoktur, o kadar.
Beyindeki bütün nöronların başka nöronlar tarafından yönlendiriliyor olmaları nedeniyle, bir şey yapmaya karar verdiğiniz bir “sıfır” anı yoktur; sistem içinde, bir başka nöronun etkisiyle tepki vermeyip kendi başına eyleme geçen başka bir bileşen de yok gibidir. Sağa –ya da sola- dönme kararınız, aslında zaman içinde geriye; saniyeler, dakikalar, günler öncesine, ömrünüzün başlangıcına kadar uzanan bir karardır. “Kendiliğinden” oluşmuş görünen kararlar bile yalıtık ve soyutlanmış değildir.
Karar verme eylemi, her şeyin temelini oluşturur: kim olduğumuzun, ne yaptığımızın, çevremizdeki dünyayı nasıl algıladığımızın. Seçenekleri tartma becerisinden yoksun olsaydık, en ilkel dürtülerimizin tutsağı olarak yaşayabilirdik ancak. Ve ne şu anı akıllıca yönlendirebilir, ne de geleceğimizi planlayabilirdik. Tek bir kimliğe sahip olduğumuz halde tek bir zihne sahip değilizdir; birbiriyle rekabet halindeki birçok güdünün birer toplamı olarak yaşarız. Kendimiz ve toplumumuz için daha iyi kararlar vermemiz ise, seçeneklerin beyinde birbiriyle girdiği mücadeleyi anlamamıza bağlıdır.
Beyniniz, normal biçimde işlev görmek için nelere ihtiyaç duyar? Yedikleriniz, aldığınız besinler, soluduğunuz oksijen, içtiğiniz suyun ötesinde, en az bunlar kadar önemli bir şey daha vardır: Beyin, başka insanlara da ihtiyaç duyar. Normal beyin işlevleri bizi saran toplumsal ağlara bağlıdır. Nöronlarımızın hayata tutunup serpilmesinde, başka insanlara ait nöronlar da önemli rol oynar.
Dünyayı nasıl algıladığımız, çoğunlukla hikayenin yarısıdır; diğer yarısı ise onunla nasıl etkileşim kurduğumuzdur.
Toparlamak gerekirse, Eagleman’a göre insan beyninin karmaşık yapısını ve işleyişini anlamak, insan davranışlarını ve deneyimlerini daha iyi anlamamızı sağlar. Bir başka deyişle, beynin nörolojik mekanizmalarını keşfederek, algılarımızın, kararlarımızın ve bilincimizin nasıl şekillendiğini anlarız.
"Beyin - Senin Hikayen" kitabını diğer Modern Bilgelik Kavramları ile bağdaştırmak gerekirse, şu kavramları incelemenizi tavsiye ederim:
Opmerkingen