Sık hastalanan bir çocuk olmasından dolayı hastalıklara merak duyan ve henüz çocukken doktor olmaya karar veren Avusturyalı psikiyatrist Alfred Adler (1870-1937), günümüzde Bireysel Psikoloji’nin kurucusu olarak anılmaktadır. İnsanı tanımaya dair 1927 yılında yayınladığı “İnsanı Tanıma Sanatı” kitabı, belirsiz itkilere kapılmaksızın, yaşamını bilinçli bir şekilde inşa etmeye çalışan herkes için bir kılavuz niteliği taşımaktadır.
Hiçbirimizin insanı çok iyi tanımadığını ve bunun sebebinin soyutlanmış yaşamlarımızla bağlantılı olduğunu söyleyen Adler’in bu kitabından aldığım 10 not ile insanı tanımaya –kendinizi ve bağlantılı olduğunuz kişileri tanımaya- yönelik farkındalığınızı arttırabilir ve yeni bakış açılarına sahip olabilirsiniz:
İnsan kendini tanıdığı ve içinde neler olup bittiğini, bunun hangi kaynaklardan geldiğini daha iyi anladığı zaman nedensellik ilişkisinin çok farklı ve bir deneyimin yarattığı etkilerin bambaşka olacağı kesindir. Kişi farklı biri olmuştur ve kuşkusuz bundan artık vazgeçemez.
Bir insanın hareketlerinden hayalindeki hedefin ne olduğunu çıkarmak mümkündür. Hareketlerin birçok şekilde yorumlanabilir olmasından ötürü kolay değildir ama bir insanın çeşitli hareketlerini el alabilir, karşılaştırabilir ve hatlar çekebiliriz. Yaşamının zamansal açıdan birbirinden farklı iki dönemindeki tutumlarını, dışavurum biçimlerini bir hatla birbirine bağlamaya çalışmak suretiyle bir insanı anlamayı başarmak mümkündür. Bu yöntemle bir sistem elde edilir; sistem uygulandığında yeknesak bir yön olduğu izlenimi edinilir. Bu çerçevede çocukluktaki bir davranış örüntüsünün bazen şaşırtıcı biçimde nasıl ileri yaşa kadar yeniden görüldüğünü keşfetmek mümkündür.
Tüm hayvanlar aleminde şu yasa, şu temel özellik görülür: Doğayla çok ileri derecede baş edemedikleri belli olan türler birleşerek önce yeni güç toplarlar, ardından dışa karşı kendilerine özgü yeni bir biçimde görünürler. Bu amaçla insanlığa da birleşmek yararlı olur; insanın ruhsal organına topluluk içinde yaşama koşullarının tamamen nüfuz etmesi böyle olmuştur. Uzun zaman önce Darwin tek başına yaşayan zayıf hayvanların hiç görülmediğine işaret etmiştir. Bu duruma özellikle insanı da dahil etmek gerekir, çünkü yalnız yaşayabilecek kadar güçlü değildir.
Toplum bir dizi gereklilikler koyar ve böylece yaşamımızın bütün normları ile biçimlerini, dolayısıyla düşünme organımızın gelişimini de etkiler.
İnsan dış dünya ile temaslarına kendi doğasının gerektirdiği şekilde yeni bir biçim vermeye muktedirdir. Sonuç olarak bir insanın özel doğası neyi algıladığında ve bunu nasıl yaptığında yatar. Algı salt fiziksel bir süreçten fazlasıdır, ruhsal bir işlevdir ve bir insanın algılama biçiminden, nasıl ve neyi algıladığından iç dünyasına dair derin sonuçlar çıkarmak mümkündür.
İnsan denilen canlı başkasına tabi olmaya o kadar eğilimlidir ki, özel güçleri olduğu havasıyla ortaya çıkan birinin kurbanı olabilir. Bunun tek nedeni insanların çoğunun sıklıkla sorgulamadan tabi olacak otoriteyi tanıyacak, blöflere kanacak, tahriklere kapılacak ve birinin emrine tereddütsüz girecek bir ruh hali içinde öylesine yaşamış olmalarıdır. Doğal olarak bütün bunlar hiçbir zaman insanların bir arada yaşamasına bir düzen getirememiş, tersine boyunduruk altına alınanların tekrar tekrar sonradan başkaldırmalarına yol açmıştır.
Bütün ruhsal kurgu durumlarında işimiz şu türden fenomenlerdir: Sabit bir noktayı varsayarız, yakından incelediğimizde bunun var olmadığına inanmak zorunda kaldığımız halde. Fakat bunu yapmamızın tek amacı yaşam kaosunda yönü belirlemek, bir değerlendirme yapabilmektir. Duygudan başlayarak her şeyi, içinde eylem de bulunabileceğimiz öngörülebilir bir alana yerleştiririz. Bir insanın ruhsal yaşamını incelerken sabit bir hedefin varsayılmasının bize sunduğu avantaj budur.
Yaşamın münferit olayları ile ilgili olarak şunu sıkça görmek mümkündür: Kişi yaşam konusundaki becerileri hakkında hiçbir şey bilmez, bunları azımsar; ancak, hatalarını da yeterince bilmez, mesela kendini iyi bir insan olarak görür, oysa aslında her şeyi bencilliğinden ötürü yapar veya tersine kendini bencil biri olarak görür, oysa daha yakından incelendiğinde ödün verebilen mantıklı bir insan olduğu anlaşılır. Ayrıca, önemli olan şey bir insanın kendisi hakkında (veya başkalarının onun hakkında) ne düşündüğü değil, kendisinin toplum içindeki genel tutumudur; bu dünyada istediği ve kendisini ilgilendiren her şeyi bu tutum belirler ve yönlendirir.
Gerçekten de 2 tip insan söz konusudur. Birincisi daha bilinçli yaşayan, yaşamla ilgili meseleleri daha nesnel biçimde karşılayan ve olaylara at gözlüğüyle bakmayan, ikincisi ise önyargılı olarak yaşamın ve dünyanın sadece küçük bir kısmını gören, yönünü daima bilinçsizce belirleyen, görüşlerini bilinçsizce savunup temellendirmeye çalışan tip.
Bir insanın değerini belirleyen şey, toplumun iş bölümünde kendisine verilen işi nasıl yaptığıdır. Kişi sosyal yaşamı olumlayarak başkaları için önemli bir insan ve bin türlü bir zincirin halkalarından biri olur. Beşeri yaşamın varlığı bu zincire dayanmakta olup, bunda büyük eksiklikleri sosyal yaşam çökmeden düşünemeyiz.
Toparlamak gerekirse, kişinin kendini tanıması için öncelikle mensubu olduğu “insanı” tanıması gerekmektedir. Bu kitapta ise, insanı insan yapan özelliklerin neler olduğu, bu özelliklerin nasıl kazanıldığı, olayların insanlar tarafından neden farklı şekilde algılandığı, doğum anından itibaren sahip olunan her etkileşim ve iletişimin karakter oluşumu üzerindeki etkisi gibi konular hakkında bilgi sahibi olabilir ve kendinizi tanıma yolculuğunuzu hızlandırabilirsiniz.
Ek Not: Bu kitabı okurken kafamda genel olarak şu 2 düşünce canlandı:
Hayatını bilinçli bir şekilde değil de, sürünün pasif bir bireyi olarak yaşayan insanların yaşamış oldukları hayatı inceleyerek, gelecekte nasıl bir hayat süreceklerini kolayca tahmin edebiliriz. Bir başka ifadeyle, bilinçlilik seviyesini arttıran kişi, gelecekte kendisini bekleyen –tahmin edilebilen- yola ek olarak alternatif yollar yaratabilir.
Veriyi doğru yorumlayabilen veri analistleri, “bir nevi” dijital psikolog gibi çalışabilirler. Yani, internette bırakılan dijital izlerden bir davranış örüntüsü yaratarak, bireyleri veya belli bir topluluğu neyin motive ettiği gibi bilgiler hakkında veya onların gelecekteki yaşamları hakkında öngörüde bulunabilirler. Günümüzde bu tarz uygulamaları insan kaynakları, dijital pazarlama veya müşteri deneyimi gibi doğrudan insana temas eden birçok alanda görebiliyoruz. Ancak, buradaki heyecan verici nokta, Adler’in bundan 100 yıl önce bilgiyi toplama veya bilgiye ulaşma sürecinin fiziksel olarak yapılmasından bahsetmesiydi. Bu noktada şunu söylemeden edemeyeceğim: Dijitalleşen dünyanın hızına yetişmek için psikologların da dijital çağa ayak uydurarak dijital yetkinliklere sahip olması gerekiyor.
İnsanı Tanıma Sanatı’nı diğer Modern Bilgelik Kavramları ile bağdaştırmak gerekirse, şu kavramları incelemenizi tavsiye ederim:
Comments