Fransız filozof, matematikçi ve bilim insanı René Descartes (1596-1650), 1641 yılında yayınladığı “Meditasyonlar” kitabında, hem dış dünyaya hem de kendi iç dünyamıza karşı sahip olduğumuz algılarımızı nasıl sorgulayabileceğimiz veya değerlendirebileceğimiz üzerine bir “ileri seviye düşünebilme metodu” sunuyor.
“Düşünüyorum, öyleyse varım” diyerek felsefe dünyasının belki de en ünlü sözünü dile getiren Descartes’ın bu kitabından aldığım 10 not ile düşünebilme yetinizin sınırlarını veya zihninizdeki tabuların duvarlarını esnetmek için bir takım ipuçlarına sahip olabilirsiniz:
Sadece genel itibariyle, ateistlerin Tanrı’nın varlığını inkâr etmek amacıyla söylediklerinin tamamının, her zaman ya Tanrı’ya insani haller yakıştırmaktan ya da idrak yeteneğimize sahip olduğundan fazla güç ve bilgelik atfederek Tanrı’nın neler yapabileceğini ve yapması gerektiğini belirleme ve anlama sevdasına düşmemizden ileri geldiğini söyleyeceğim; ne var ki, sadece, zihinlerimizi sonlu ve sınırlı şeyler, Tanrı’yı ise sonsuz ve kavranılamaz bir varlık olarak düşünmemiz gerektiğini unutmadığımız takdirde, bunların söyledikleri hiçbir şey bize herhangi bir zorluk çıkarmayacaktır.
Fakat tüm bu düşündüklerimin belki de bana yabancı olduklarına ve dışarıdan geldiklerine ya da doğuştan beri benimle birlikte var olduklarına veya doğrudan benim tarafımdan bulunduklarına kendimi inandırıp ikna etmeliyim, çünkü henüz bu düşüncelerin gerçek kaynağını tam olarak keşfedebilmiş değilim.
Benden farklı başka bir güce bağımlı olduğumu çok iyi biliyorum. Ama belki de, bağımlı olduğum, Tanrı diye de adlandırmadığım, beni yaratan bu şey, ebeveynim ya da Tanrı kadar mükemmel olmayan başka bir şey olamaz mı? Öyle ya da böyle, böyle bir şey olamaz. Çünkü daha önce de belirttiğim gibi, “neden”in en az yarattığı etki kadar gerçeklik de içermesi gerektiği son derece açık bir husustur. Bu noktadan hareketle, mademki ben düşünen bir şeyim ve bir Tanrı idesine sahibim, benim doğama atfedilecek neden ne olursa olsun, benzer şekilde, düşünen ve Kutsal doğaya atfettiğim tüm mükemmelliklerin idesini bünyesinde barındıran bir şey olmak zorundadır.
Tanrı’nın eserleri mükemmel mi, değil mi diye bir araştırma yapacaksak, bunu onun tek bir eserine değil, eserlerinin oluşturduğu bütünlüğe bakarak yapmamız gerektiği aklıma takılıyor. Çünkü tek başına ele alındığında mükemmellikten uzak, kusurlu görülebilecek bir şey, tüm Evren’in bir parçası olarak değerlendirildiğinde doğası gereği pekâlâ çok mükemmel bulunabilir.
Hatalarımın nedeni ne Tanrı’dan aldığım isteme yetisi –zira bu kendi içinde oldukça kapsamlı ve mükemmeldir- ne de algılama, kavrama gücümdür; yine Tanrı’nın lütfu olan bu yeteneğim sayesinde, salt algılama gücümle algılayabiliyorum, üstelik algıladıklarımı da olması gerektiği gibi algılıyorum, dolayısıyla bu yeteneğimin beni yanıltması söz konusu olamaz. Tamam da, o zaman hatalarım nereden kaynaklanıyor? Hatalarım irademin, anlığımdan daha geniş ve daha engin olmasından kaynaklanıyor; hatalarımın tek nedeni bu. İrademe idrakimle aynı sınırlar içerisinde egemen olamıyorum, irademi anlamadığım şeylere doğru da genişletebilirim, oysa iradem bu tür şeylere karşı özünde kayıtsız olduğundan iyi ile kötü, doğru ile yanlış arasında kolaylıkla yolundan sapabiliyor. İşte bu da beni hata ya da günaha sürüklüyor.
Anlığımı açık ve kesin bilgilerden mahrum kıldığı konularda bana özgürce yargıda bulunma yeteneği bahşetmiş olması ya da olmaması Tanrı’nın bir eksikliği değildir; fakat bu yeteneğimi iyi kullanamamam muğlak bir şekilde algıladığım konularda gözü kapalı bir tutumla yargıda bulunmam aslında benim bir eksikliğimdir, mükemmellikten uzak bir yanımdır.
Çünkü en kesin, en net bilgiye sahip olduğumu sandığım konularda bile kolaylıkla yanılabilir bir doğaya sahip olduğuma kendimi ikna edebilirim; yanılabilir bir doğaya sahip olduğumun son örneği de doğru ve kesin diye bildiğim pek çok şeyde yanıldığımı görmem oldu zaten.
Acı duygusu ardından zihnimde niçin bir üzüntü oluşuyor, hoşnutluk duygusunu neden neşe izliyor, açlık olarak adlandırdığımız şu mide kazınması hissi neden bize yemek yeme ihtiyacı hissettiriyor, boğazımız kuruyunca neden bir şeyler içme ihtiyacı duyuyoruz diye araştırmaya kalktığımda, doğanın bana böyle öğretmiş olduğu dışında bir neden bulamıyorum, çünkü mide kazınmasıyla yemek yeme ihtiyacı arasında (en azından benim anladığım türde) hiçbir ilinti, hiçbir bağ yok; keza acıya neden olan şeyle, acı duygusunun yarattığı üzüntü arasında da bir benzerlik, bir bağ yok.
Kolları ve bacakları kesilen insanların, acıyı kesilen yerlerinde hissettiklerini gördüm, bu da bana her ne kadar acıyı organımda hissediyor olsam da, acı nedeninin organlarımın herhangi biri olamayacağını düşündürdü.
İş yoğunluğumuzun bizi sıklıkla özenli bir araştırma yapmaktan alıkoyması sonucu, insan yaşamının özellikle yeni karşılaşılan olaylarda çok büyük sıklıkla hata yapmaya açık olduğunu, dolayısıyla insan doğasının böyle bir zayıflıkla malul olduğunu kabul etmek durumundayız.
Toparlamak gerekirse, Descartes’ın şüphelerle dolu kendi iç yolculuğunu içeren bu kitap, zihnimizle algıladığımız şeylerin gerçekliğini “şüphe” yoluyla nasıl sorgulayabileceğimizi bizlerle paylaşıyor. Bunu David Hume’un “İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma” kitabından bir alıntıyla örneklemek/desteklemek gerekirse:
“Gördüğümüz masa, ondan uzaklaştıkça küçülür gibi görünür: Oysa bizden bağımsız var olan gerçek masa hiçbir değişikliğe uğramaz: Demek ki zihinde bulanan, onun görüntüsünden başka bir şey değildir. Bunlar aklın açık gerekleridir. Ve düşünen hiçbir insan, bu ev ve şu ağaç dediğimiz zaman, düşündüğümüz varlıkların ancak zihnin algıladığı ve kendileri düzenli ve bağımsız kalan başka varlıkların uçucu suretleri ya da temsilleri olduğundan hiçbir zaman şüphe etmemiştir.”
“Meditasyonlar” kitabını diğer Modern Bilgelik Kavramları ile bağdaştırmak gerekirse, şu kavramları incelemenizi tavsiye ederim:
Comments